İskender Pala İle Beş Dakika
Geçtiğimiz Haziran ayında bir proje toplantısı için Sayın Cumhurbaşkanımızın da katıldığı bir toplantıda bulunma şansımız oldu.Şansımız bununla da sınırlı değildi. İleri gelen sanatçı, sporcu ,yazar -çizer takımı hülasa bütün ünlülerde davet üzere Bolu Abantta yapılan toplantıya iştirak etmişlerdi. Ben Meşhur birini görünce bağıran- çağıran, yılışan tipleri çok hazetmediğimdem bu meşhurlara karşı gardımı almış, onları sürekli görüyormuşum gibi burnu büyük vakurlu bir adam edasıyla etrafı gizlice temaşa ederken birden gözüme İskender Pala takıldı. İşte ben ne kadar kendimi kurdumsa da bu adamı görünce biraz konuşma ihtiyacım hasıl oldu.Nasıl olmasın en çok satan onlarca kitabın yazarı ve benim Ahmet Turan Alkan’ dan sonra en zevkle okuduğum 2. Yazar. İşte bu minval üzere bendeniz de bütün diğer insanların zafiyetine benzer bir iklim rüzgarıyla kendimi bir ünlü ile konuşmadan alıkoyamadım.
Tam bu esnada imdadıma bir öğrenci yetişerek zevahiri kurtardığı gibi beni iki şekilde kara soktu. Tam İskender palaya merhaba deyip kendimi tanıtmış ve söze nasıl başlasam sorusunu tasavvur ederken birden proje kapsamında götürdüğümüz öğrenci benden atak çıkarak Pala’ya şu soruyu sordu: “Siz Şah ve Sultan’ı nasıl yazdınız, tarihçi olmayıpta tarihi bir olayı bu kadar başarılı bir şekilde anlatmanızı bize açıklayabilir misiniz?” Pes doğrusu bunca yıllık ekabirliğim ve çok bilmişliğimi bir anda yerle yeksan etti bu öğrenci.Abartısız mübalağasız söylüyorum; aynen bu soruyu öğrenci sordu. Ben sadece tebessüm ederek sorunun cevabını benimde merak ettiğimi mimiklerimle ve kararlı bakışlarımla hissettirme zahmetine katlandım.
Cevap çok muhteşem, şaşırtıcı ve hayret vericiydi.Kısaca büyük insan olmak işte böyle olunuyor dedirten cinstendi. Aynen yorumsuz bir şekilde sayın Paladan aktarıyorum:
“ Bu kitaba başlamadan önce Çaldıran Savaşının olduğu İran’daki ovaya gittim.Ovada bir gece hiç uyumadan sabahladım.Kendimi hem şahın yerine hemde Yavuz Sultan Süleyman’ın yerine koydum.Ben olsaydım nasıl düşünürdüm diyerek etrafı ayrıntılı bir şekilde izledim.Orada esen rüzgarın bile bu savaşta bir dahli vardır diye düşündüm ve rüzgarı anlamaya çalıştım.Sabah olduğunda bu ovada savaşan iki komutanı daha iyi anladığımı fark ettim ve böylece kitabı yazmaya başladım.”
Dahi çocuk benden yine atak davranarak şöyle bir soru daha sordu:Siz kitaplarınızı yazarken nerde çalışırsınız?Cevap yine enteresan ve yine yorumsuz aktarayım:
“Benim çalışma odam 2.5 m2’lik bir yer ;orada bilgisayarım ve benden başka hiç bir şey yoktur.Yazarken kendimle baş başa kalmayı seviyorum.Benim dikkatimi dağıtacak nesnelerden uzak duruyorum.
İşte İskender Palaya askerlikten ayrıldıktan sonra Türkiye’nin en çok okunan kitaplarının yazarı olma yolunu açan süreç böyle…Fuzuli’yi ondan okuyupta etkilenmemek, Leyla ve mecnunu anlayamamak neredeyse imkansız. Onun eserlerindeki yerindelik, anlaşılabilirlik, sevecenlik çok az eserde mevcut.
Alman yazar Goethe’ninde benzer bir sözünü aktarmak yerinde olacak;şöyle diyor yazar:”Ben içine giremediğim, ruhumda hissedemediğim hiçbir duygu ve düşünceyi yazamam.”
Başarılı olmak bu olsa gerek fazla söze ne hacet! Düşünce ,ruh dünyası, akıl ve beden birlikte çalışırlarsa eserler ortaya çıkıyor.Böyle olmayıncaaa..
“Oynama şıkıdım şıkıdım/ ne acayipsin”
İmsak | 05:40 | ||
Güneş | 07:08 | ||
Öğle | 12:13 | ||
İkindi | 14:45 | ||
Akşam | 17:08 | ||
Yatsı | 18:31 |