Empati mi, Sempati mi?
İnsan oğlu düşerek büyür. Ülkeler de saldırılarla...
Dün akşam Atatürk Hava Limanında gerçekleşen terör saldırısı ülkemizi bir daha yasa boğdu. Üzülsem mi? Öfkelensem mi? Acısam mı? İntikam hissiyle tutuşsam mı? Bilemiyorum. Kelimenin tam anlamıyla gerçek bir duygu karmaşası içindeyim. Ama her şeyden önce olanları anlamaya ihtiyaç duyuyorum. O üç terörist geliyor aklıma. İnsan neden tanımadığı başkalarının canına kıyar? Masum küçük çocukların gözleri içine bakarak nasıl onların minik kalplerine korku salmaya razı olur? Her şeyden önce yürümeye, konuşmaya, evden dışarı çıkıp bulutları, dağları, denizleri görmeye hasret, eli ayağı gözü yerinde olan insanlara gıpta duyan bu kadar yatak hastası, görme, duyma, zihinsel engelli insanların olduğu bir dünyada sağlığı yerinde, mutlu olabilecek kişiler kendilerini nasıl canlı bomba yapıp patlatabiliyorlar? Bu nasıl bir hayata düşmanlıktır, bu nasıl bir akılsızlıktır, basiretsizliktir anlamaya çalışıyorum.
Aklıbaşında koskoca insanlar nasıl terörist olurlar, nasıl bir beyin yıkamasından geçiyorlar, empati kurmaya çalışıyorum. Düşünüyorum da, ailesinde yuvasında sevgiyi saygıyı bulan, huzur kıtlığı çekmeyen; zamanında anne baba, büyük sözünü dinleyecek bir terbiye ile yetişen; mahallesinin, kasabasının, şehrinin, ülkesinin ve nihayetinde dünyanın huzurunun bizzat yanı başındaki komşusunun huzuruyla başladığını bilen; okulunda, birliğinde, çalıştığı yerde çevresindekiler tarafından anlayışla, toleransla, güler yüzle, samimiyetle kucaklanan bir insanın asla şiddet yanlısı terörist olmasının mümkün olmadığını görüyorum. Bunları düşündükçe, sokaklarımızın yarının küçük teröristleriyle, sevgiden saygıdan yoksun küçük çocuklarla, ergenlerle, gençlerle nasıl dolup taştığını görüyorum. Yani biz kendimiz kendi belamızı yetiştiriyoruz. Haset ederek, rakip görerek, umursamayarak, şu bu diye fişleyerek, ötekileştirerek insanları düşman yapıyoruz. Diyeceksiniz ki, ne alaka? Bu teröristler yabancılardı, başka ülkede yetişip gelmişler, biz onları nasıl ıslah edebiliriz ki? Hayır, arkadaş, hayır! Öyle değil!
Bu kadar dizi üretip dünyaya ihraç ettiğimiz bir zamanda yuva yıkan; ensest ilişkilerin, haram para kazanmaların, ihanetlerin, insanı haklarının, kul hakkının değil de mafya raconlarının aşılandığı film ve dizilerin yerine eğitici bir eser yaptık mı? İnsanları mesela Kanada gibi, Yeni Zelanda gibi, Norveç gibi, Türkiye'de yaşamaya, dünyanın yaşanılabilir bir ülkesi gibi Türkiye'yi korumaya heveslendiren bir çalışma yaptık mı? Ütopyadan bahsediyorum, değil mi? Sorun nerede biliyor musunuz? Yaptığımız işleri planlarken öncelikler sıralamasında hata yapıyoruz. İnsan kazanmanın para kazanmadan önce geldiğini, komşu kazanmanın müttefik kazanmadan önce geldiğini, empati kurmanın sempati kurmaktan önce geldiğini hep karıştırıyoruz. Düşünsenize, ''Bir toplumun islahı kötülerin imhasıyla değil, terbiyesi ile mümkündür!'' gibi tüm dünya sorunlarını çözecek bir formülün mucidiyiz. Mevlana, Yunus Emre gibi toplum mühendislerimiz, ''İnsanını yaşat ki yaşayasın'' ''Yaradılanı sev, yaradan için'' gibi bir kültürümüz vardır. Ama biz bunları sadece konuşmalarımızı süslemek için kullanırız. Teröristin öldürdüğü masum insanların, şehitlerin hatta canlı bomba teröristlerinin cenazelerinde yapılan konuşmalarda edebiyat yaparız.
IŞİD, PKK, DHKP elbette bunlar bir hastalıktır. Elbette hastalıkların ana nedeni bulunup müdahale edilmeli. Tabi ki kangrenleşmiş yaralar neşter ister, testere ister, bıçak ister. Fakat bunu yaparken kenardakilerin, hasta yakınlarının doktorları sertlik ve acımasızlıkta suçlamaları haksızlıktır. Polislerimizi suçlamak da bunun gibidir. Her sabah, akşama dönmeme ihtimaliyle sevdikleriyle vedalaşıp ayrılarak evden çıkan, hayatlarını, canlarını bizim için hiçe sayan polislerimizi güvenlik zaafiyetinde suçlamak vicdansızlıktır. Vurulmuş, insanı ve imajı yaralanmış bir ülkenin acısını politik çıkarları doğrultusunda kullanmak en hafif ifadeyle felaket tellallığı değil de nedir? ABD'nin CIA'sı kendi vatandaşlarını o gün Türkiye'de terör olacak diye uyarmış, bizim istihbarat nereye bakıyor diye eziklik psikolojisi ile yetersizlik algısı oluşturmak vatana, devlete ihanet değil de nedir? CIA'in önceden bilmesi bunun teröristlerle bağlantılı olduğunu akıllara getirmez mi? Ya da müttefik bir ülkenin bu istihbaratı bizimle eksiksiz paylaşması gerekmez miydi? Ya da Türkiye'yi IŞİD ile işbirliğinde suçlarken aynı teröristlerin Türkiye'yi vurmasının mantıksızlık olduğunu anlamak gerekmez mi?
Yazık ülkeme, çok yazık! İnsanımıza yazık, kültürümüze yazık, tarihimize yazık... Ülkem kanlar içinde yatıyor iken IŞİD ile işbirliğinde suçlanmasına bakıyorum da, yüz yıl önce Ermeniler Türkleri katletmişken nasıl bugün soykırımla suçlandığımızı çok iyi anlıyorum. Tarihin rakamları farklı, sinsilikleri hiç değişmemiş. Çok parçalandık, çok dağıldık... O kadar ki, farklı farklı şahısların peşinden giderek asıl arkasından gelmemizi bekleyen bir ülkemiz olduğunu unuttuk. Her cami meşhur olmayı bekleyen ayrı bir hocanın, her üniversite devrim yapmayı hedefleyen ayrı bir düşüncenin, her parti uzun süren iktidar olmaya tutuşan bir kavganın çıkış yeri oldu, kimse kendisi dışında başkasına yaşam hakkı tanımaz oldu maalesef. Kötü günde bir araya gelemez olduk. Kime sorsan her kes sütten çıkmış ak kaşık, karşı taraf dibi yanmış kazan oldu. Yarınımız ne olacak? Çocuklarımıza, gelecek nesillere nasıl bir gelecek bırakıyoruz? Bizi bira raya getirecek hiç mi bir kıymetlimiz, değerimiz kalmadı? Bildiğim tek şey var, o da ülkemi ve kendimi hiç bu kadar yetim hissetmemiştim. ©Metin UÇAR
İmsak | 05:42 | ||
Güneş | 07:11 | ||
Öğle | 12:14 | ||
İkindi | 14:44 | ||
Akşam | 17:06 | ||
Yatsı | 18:30 |