Evet mi, Hayır mı?
İnsanoğlu özgürlüğü nispetinde tercih karşısında bırakılmaktan rahatsız olur. Siyahla beyazın, evetle hayırın, sıcakla soğuğun ikisinden birini tercih etmek zorunda kalmak psikolojik olarak her zaman insanoğlunu germiştir. Tam olarak şu an toplumun gerildiği gibi...
Yanlış anlaşılmasın, maksadım kimseyi evet ya da hayır yönünde ikna etmek değil. Sonuçta Türkiye bir değişim sürecinden geçmekte ve milletimiz iki şıktan biri ile bu değişime kendi tepkisini verecektir. Bu değişim Türk milleti için yeni bir gelişme, yeni bir sınav olmayıp tüm tarihi boyunca karşı karşıya kaldığı zor tercihlerden biri olacaktır. Neden tüm tarihi boyunca, örneklerle açıklayayım.
Fatih Sultan Mehmet İstanbul'u kuşattığı ilk günlerde verilen şehit sayısı ve surların güçlü direnişi karşısında ümitsizliğe kapılan ulemadan paşalara kadar herkes fethi imkansız görüp vazgeçmesi için kendisini ikna etmeye çalışırken o kimseyi dinlemeyip fetih sonrası değişimin planlarını yapmaktaydı. İstanbul'un fethedildiği gün Ayasofya'yı camiye dönüştürmek, payitahtı İstanbul'a taşımak işte bu değişimin ilk eserleriydi. Yani Padişah Mehmet'i bir sultan iken herkesten ayırıp Fatih yapan şey onun bu değişime inanması ve hazırlıklı olması olmuştur.
Keza Sultan I. Ahmet'ten sonra Osmanlı Padişahlarının tahttan indirilip tahta çıkarılmasına, hatta idamına bile (bknz. Sultan Genç Osman) karışan yeniçeri ocağının kaldırılması da Türk milletinin karşılaştığı en büyük tarihi değişimlerden biri idi. Kendilerini geliştirmiş Avrupalı Hıristiyan devletlerin güçlü modern ordusu karşısında çağın taleplerini karşılayamayan, savaşmaktan çok amacı dışında bürokrasi ile uğraşan ihtilalci yeniçeri ocakları aşamalı olarak feshedilmiş, yerine sırası ile önce Nizam-ı Cedid, Sekban-ı Cedid ve en son Sultan II. Mahmud tarafından kurulan Asakir-i Mansure-i Muhammediye gibi Türk milleti için zaruret ifade eden büyük tarihi değişimler gerçekleştirilmiştir. Fakat ne yazık ki yeniçeri ocağının feshedilip modern ordu kurulmasında geç kalınmış, doğru zamanda doğru karar vermesi gerekenlerin ''evet mi, hayır mı?'' diye düşünmeleri 1717'den 1826'ya kadar tam 109 sene sürmüştür. Osmanlı için zaruret ifade eden böyle bir mühim değişimin, dile kolay bir asır kararsızlık ve karşı çıkma ile bekletilmesi devleti daha da zayıflatmış, rakip devletlerin orduları karşısında yenik düşürmüştür.
Ancak Türk Milletinin tarihinde zaruret ifade eden değişimler bunlarla sınırlı kalmamıştır. Sultan II. Abdülhamid'i tahttan indirip Türkiye'yi I. Dünya Savaşına sokan İttihat ve Terakki Hükümetinin başarısız politikası sonucunda yok oluş tehlikesi atlatan Türk Milleti 1923'te yeni bir değişime karar vererek Cumhuriyeti kurmuştur. Bugün bazıları Cumhuriyet'i Osmanlı'nın sonunu getiren değişim olarak görmekteler. Ancak doğrusu şu ki Cumhuriyet Osmanlı'nın sonunu getirmeyip bilakis sonu getirilmiş bir devletin küllerinden doğan yeni bir Türk Devleti olmuştur. Fakat Cumhuriyet kurulduktan sonra da değişimler durmamış, devrin talepleri doğrultusunda sürekli yeni değişimler gerçekleştirilmiştir. Örneğin, 1945'de tek partili dönemden çok partili döneme geçiş Cumhuriyet tarihinin en parlak ve en mühim değişimlerinden biridir.
İşte değişim böyle bir şeydir. Değişimler fertlerin istek ve hevesi ile değil, çağın koşullarının talep etmesi ile doğar. Değişimler aslında bir var oluş ve buna bağlı yenilenme ihtiyacıdır. Sanayi devrimi gibi, küreselleşme gibi, uzay yarışı gibi... Direnseniz de, karşı çıksanız da durduramazsınız, önleyemezsiniz ve o kendi kendine gerçekleşir. Aksine siz karşı koydukça, direndikçe kendiniz geri kalır, zayıf düşersiniz. Değişime karşı yapmanız gereken tek şey kendinizi ona hazırlamanızdır, reform yapmanızdır. En önemlisi, değişim sonrası yapmanız gerekenlerin liste ve sıralamasını belirlemeniz gerekir. Tıpkı Fatih Sultan Mehmet'in daha İstanbul feth edilmeden önce kendisini Ayasofya'yı cami, İstanbul'u da payitaht yapmaya hazırladığı gibi.
Tarihi örneklerden de anlaşıldığı gibi değişim çağın koşullarını ve taleplerini çok iyi bilmeyi, öngörmeyi gerektirir. Öyleyse günümüzün koşulları nelerdir?
Küresel çapta uluslararası çıkarların silahlı ve silahsız her türlü çatıştığı bir dönemdeyiz. AB'nin çöküşü arefesindeyiz. Müttefiklerin ittifakının bozulup çıkar yüzünden rakip olduklarını görmekteyiz. Hemen hemen süper güç ya da dev ekonomi sayılan ülkelerin her biri ayrı ayrılıkta var oluş mücadelesi vermekte. İngiltere'nin AB'den ayrılması, Almanya'nın birlik dağılmasın diye iflas batağında çırpınan Yunanistan, Portekiz, İzlanda'ya milyarlarca euro kurtarma paketi verip üyeleri bir arada tutma çabası bunun en bariz örneğidir. Trump'un ABD ekonomisini çöküşün eşiğine getiren uluslararası operasyonlara karşı çıkması ve ABD'yi yurtdışına döviz kaçıran göçmenlerin geldiği (esasen de Müslüman!) ülkelere kapatması da bu ayakta kalma çabasının bir parçasıdır. Keza Ortadoğu'daki yağma ve işgaller de iştirakçisi olan tüm ülkelerin yıkılmamak için zaruri gördükleri gayri meşru çıkış yoludur. Ancak dikkat ederseniz batının tüm bu yağmacı ve işgalci ülkeleri artık sözümona demokrasi ile değil her geçtiğimiz gün daha çok otokrasi ile yönetilmekteler. Hatta ulusal çıkarlarına uymayınca sair zamanda taviz vermedikleri demokratik haklara çok kolay ve anında yasak getirebiliyorlar. Örneğin Kandil'deki teröristin canlı yayına bağlanmasına ifade özgürlüğü diye itiraz etmezken Cumhurbaşkanı Erdoğan'ın Almanya'daki Türklerle meydanda telekonferans yapması bir iç işlere müdahale adıyla engellenebiliyor. Ya da Selahattin Demirtaş ve ekibi Avrupa'da terör örgütü PKK/YPG yandaşları tarafından organize edilen mitinglere katılıp Türkiye'deki seçimlerde HDP yararına oy istemeleri engellenmezken, hatta diplomatik protokol uygulanırken Hollanda ve Almanya Cumhurbaşkanından sonra 3 numara sayılan bir bakanın - Dış İşleri Bakanımız Mevlüt Çavuşoğlu'nun uçağına iniş yasağı uyguluyor. İşte tüm bu ve bundan sonra karşılaşmamız muhtemel negatif ayrımcılıkların hiç birisi maalesef demokratik hak ve hukuka uymamakta. Halbuki bugün demokrasiyle bağdaşmayan otokratik davranışlar sergileyen Avrupa daha düne kadar AB'ye üye olmamız için demokrasi adına düzinelerce şartlar ön sürmüş, reformlar yapmamızı talep etmişlerdi. Dolayısıyla ister iktidar yanlısı ol, isterse de muhalif, bugün bu olanlardan sonra Cumhurbaşkanı Erdoğan'ın olayları özetleyen ''nazi kalıntısı'' ittihamlarıyla razılaşmamak elde değil. Nitekim bir teröriste tanınan haklar müttefik ülkenin demokrasi ile seçilmiş meşru başkanına tanınmıyorsa bunun adına demokrasi değil anca otokrasi bencilliği denir. Fakat bu sorun günümüzde yalnız Avrupa'nın sorunu değil. Olayların sahne arkasına bakarsanız bugün sadece batının değil aslında tüm dünyanın kendiliğinden hızlı bir şekilde otokrasiye meylettiği görülür.
Çünkü bulunduğumuz çağın şartları demokrasiyi otokrasiye kurban etmekte. Çünkü sömürge ile beslenen ekonomik kriz eşiğindeki devletlerin hazineleri boşalmış ve dillerine ezber ettikleri demokrasi bugün hazinelerini doldururken kendilerine ayak bağı olmaktadır. Sömürge ile beslenen bu devletler gözlerini Libya, Irak, Afganistan, Suriye hatta Suudi Arabistan, İran ve Türkiye gibi ülkelere dikmişlerdir. Fakat 2003'te demokrasi adına Irak'ın işgali ile başlayan bu uluslararası yağma ve işgal programının süreç uzadıkça demokrasi ile bağdaşmadığı ortaya çıktı. Düşünsenize demokrasinin müsade ettiği hak ve hukukla hükümet olmuş hangi 4 ya da 5 yıl ömrü olan bir iktidar 14 senedir devam eden ve daha ne kadar süreceği belli olmayan uzun bir yağma/işgal programını başarıyla yönete bilir? Ya da hangi savunma pozisyonundaki ülkenin sadece 4 yıl iktidar ömrü olan bir hükümeti devletini bu saldırı ve işgalden başarı ile koruyabilir? Hele ki her gelen yeni iktidar kendisinden önceki hükümetin icraatlarını silbaştan sıfırlayarak yeniden kendi yol haritasıyla yola devam edecek olursa... Ama demokrasinin size tanıdığı hak 4 senedir ve en fazla, peş peşe olmamak üzere bazen 2, bazen de 3 kere yani toplam 12 sene seçilmenize müsade eder. Fakat hesaplar ve planlar uzadıkça vazgeçilmez değer olarak lanse edilen demokrasi kullanışsız olmaya başlar ve yerini otokrasiye bırakır. İşte bu yüzden sömürgeci ülkelerin başka ülkeleri yağmalama ve kendi hazinelerini doldurma süreci uzadıkça demokrasiden daha çok imtina edilecek, insan hakları ve ifade özgürlükleri unutulacaktır. Aynı durum kendisini hedef ülke pozisyonunda gören ülkeler içinde geçerli olacaktır. Bu tür ülkelerin iktidarları demokrasinin milli yahut da lokal versiyonlarını geliştirip sunacaklardır.
İşin kötü yanı bu durum iktidarı temsil eden kişiler açısından istismara müsaitliğini her zaman koruyacak ve dış güçler açısından da olası istismar örnekleri muhtemelen hedef ülkelerin iktidarlarına karşı birer argüman olarak kullanılacaktır. Burada istismarın önüne geçebilecek tek şey ise bilinçli toplumun ifade özgürlüğüdür. Dolayısı ile iktidarlar toplumun eli ile başa gelir ve yine toplumun eli gerektiği zaman frenlenirler. Ancak bu toplum başında vurguladığım gibi bilinçli toplum ise kendisini yöneten iktidarı yönete bilir.
Bilinçli toplum ulusal çıkarlar ile iç mesele arasındaki farkı görebilen, dış tehditlere karşı anında ve hızlı birlik olabilen, dış güçlerin kandırarak ya da dayatarak satmaya çalıştığı ''kıyafeti'' değil kendi ölçüsüne ve ihtiyacına uygun olanı terciheden toplumdur. Bilinçli toplum her zaman bilgili ve kendisinden emin olan toplumdur. Bilinçli toplum doğru kararı zamanında almak için yeniçeri ocağını kaldırıp modern orduya geçiş yapmak için 109 sene bekleyen bir toplum hiç değildir. Bilinçli toplum cumhurbaşkanı denilince ömür boyu Erdoğan, cumhurbaşkanlığı denilince de ebedi ölmez ''Erdoğanist'' bir idare şeklini akla getirip her şeye ''istemezük'' diyen toplum da değildir.
Şahsen ben Metin Uçar olarak, Türkiye'nin yeni bir sisteme geçmesinden ve bu değişimin sıradan basit bir iktidar muhalefet meselesiymiş gibi algılanmamasından yanayım. Çünkü çağın koşulları bunu gerektirmekte. Karşı çıkanlar muhakkak olacaktır, tıpkı kurulduğu zaman Cumhuriyet'e karşı çıkanlar olduğu gibi. Burada önemli olan değişimde başarılı olanların haksız sayılmayacak endişeleri nedeniyle karşı çıkanlara endişelendikleri konularda güven vermeleridir. Hatta bir az daha fazlasını yaparak yeni sistemden sadece belli kişi ve grupların değil tüm halkın faydalanmasını sağlamak amacıyla, toplumu en ince ayrıntısına kadar bilinçlendirmeleri gerekir. Sonuçta herkes neye EVET neye HAYIR dediğini çok iyi bilmeli ve bunu bir iktidar ya da muhalefet meselesi olarak görmemelidir.
Yeni değişimin tüm ülkeme ve milletime hayırlı olmasını temenni eder, güzel yarınların bizim olmasını dilerim.
@Metin Uçar
İmsak | 05:43 | ||
Güneş | 07:12 | ||
Öğle | 12:14 | ||
İkindi | 14:44 | ||
Akşam | 17:06 | ||
Yatsı | 18:29 |