03.07.2013, 10:20
BİR BAŞKA AÇIDAN GEZİ PARKI
Ülkemiz genelinde son günlerde yaşanan protesto eylemleri (Gezi Parkı) ülke yöneticileri başta olmak üzere toplumun pek çok kesimi tarafından farklı şekillerde algılandı ve de yorumlandı. Bu yorumlarda herkes olaylara kendi pencerelerinden baktı ve o pencerede gördüklerini topluma aktardı. İşin özünde olayların çıkış nedeni gerçekten masumane bir çevre duyarlılığının yansımasıydı. Ancak daha sonra polisin bu masumane protestoya müdahalede aşırıya kaçması, bazı sorumluların olayları doğru okuyamaması ve yorumlanamaması sonucunda başlangıçta çok masumane görünen bu olayın boyutlarını hiç kimsenin tahmin edemeyeceği noktalara taşıdı, hatta uluslar arası sorunların birinci sırasına oturttu. Şimdi herkes nereden çıktı bu Gezi Parkı olayları, nasıl bu boyutlara geldi diye birbirine soruyor. Ben de bu olaylara farklı bir pencereden bakacağım.
Yaşlanmakta olan dünyamızda özellikle son yıllarda gelişmiş, gelişmekte olan ve hatta gelişmemiş ülkelerin bile öncelikli konuştukları, tartıştıkları ve çözüm aradıkları konuların başında çevre olayları gelmektedir. Özellikle de gelişmiş olarak kendini sınıflandıran ülkeler bu sorunu her platformda gündeme getirmektedirler. Tabiiki bunun arkasında kendilerinin çevreye olan duyarlılıklarının yanında da gelişmekte olan ülkelerin eğitimli genç kuşaklara sahip olmaları ve elde ettikleri teknolojiler sayesinde bu ülkeleri her alanda yakalama çabalarından kaynaklanan kaygılarıdır. Bunun farkında olan gelişmiş ülkeler kendileri ile aralarındaki mesafeyi kapatma yarışında olan ülkelerin bu hızını kesebilmek ve aradaki mesafeyi sürekli muhafaza edebilmek için “tamam siz bunları üretebilirsiniz, ancak atıklarınızla da doğayı ve çevreyi kirletemezsiniz” diyorlar. “Ama siz daha önceleri aynı yöntemleri kullandınız, doğayı ve çevreyi de kirlettiniz” diye sorular yöneltildiğinde ise “haklısınız, çok ama çok haklısınız ama bu işin sonucunun bu kadar tehlikeli olacağını bilmiyorduk” diyorlar. Haklarını yememek lazım, bu yanıtlarında haksızda değiller. Bu nedenle Birleşmiş Milletler İklim Değişikliği Sözleşmesi – Kyoto Protokolü 1997 yılında imzalanan ve 2005 yılında yürürlüğe girmiştir.
Bu tarihten sonra tüm dünyada bir çevre bilinci oluşmaya başladı. Ülkeler, kurumlar, insanlar çevre konusunda daha çok bilinçlenmeye, örgütlenmeye ve ortak projeler üretmeye başladılar.. Sırf insanlara şirin görünmeleri, üretim aşamalarında çevreye ve doğaya zarar vermediklerini vurgulamak için üretilen ürünlerin ambalajları yeşil ağırlıklı renklerde tasarlanmaya başladı. Hani neredeyse yeşil dünyanın ortak rengi oldu diyebiliriz. İşi o kadar ileri boyutlara taşıdılar ki baz istasyonlarının direkleri bile insanların tepkisini çekmesin diye ağaç şeklinde tasarlandı ve yeşil yapraklarla donatıldı. Hatta siyasi hükümetler, partiler ve STK’ lar çevre bilincini topluma aşılayabilmek için konferans, panel, sempozyum düzenleme yarışına girdiler. Hele Avrupa Birliği (AB) için hazırlanan projeler çevre ile ilgili bir faaliyeti içermiyorsa ve bu konuya vurgu yapmıyorsa neredeyse ön elemeleri geçemez duruma gelmişti.
Birleşmiş Milletlere üye ülkeler tarafından 1972 yılından beri her yıl 5 Haziran da Dünya Çevre Günü kutlanmaya başlandı. “Dünya bize atalarımızdan miras kalmadı, biz onu çocuklarımızdan ödünç aldık” cümlesi sanırım dünyada en çok dile çevrilen bir slogan oldu. Ülkemizde de bu konuya gerçekten aşırı derecede duyarlılık gösterildi. Önce Milli eğitim Bakanlığı konuya el attı ve bazı derslerin içerisine çevre temasını içeren konular eklendi. Olmadı çevre dersleri okutulmaya başlandı. Konunun ciddiyeti çok iyi kavranmış olacak ki Çevre Bakanlığı diye bakanlık bile kuruldu. 17.07.2008 tarih ve 26939 sayılı Resmi Gazetede Çevresel Etki Değerlendirme Yönetmeliği yayımlandı. Bu yönetmeliğe göre, kurum, kuruluş ve işletmelerin gerçekleştirmeyi planladıkları faaliyetleri sonucu, çevre sorunlarına yol açabilecek tüm olumsuz etkileri göz önünde bulundurularak, çevre kirlenmesine sebep olabilecek artık ve atıkların ne şekilde zararsız hale getirileceğini ve bu hususta alınacak tedbirleri belirten bir rapor hazırlarlar. Bu rapora kısaca ÇED raporu denir. Aynı yönetmeliğin 6. Maddesinde, bu yönetmeliğe tabi projeler için "Çevresel Etki Değerlendirmesi Olumlu" kararı veya "Çevresel Etki Değerlendirmesi Gerekli Değildir" kararı alınmadıkça bu projelere hiç bir teşvik, onay, izin, yapı ve kullanım ruhsatı verilemez, proje için yatırıma başlanamaz ve ihale edilemez denilmektedir. Aslında olaylara bu pencereden bakıldığında bunlar gerçekten güzel çalışmalar hiçbir olumsuz tarafını görmek ya da bunlara katılmamam mümkün değil. Peki o zaman sorun nerede?
Şimdi şapkamızı önümüze koyup düşünelim. Tüm dünya, ülke ve insanlar bu konuda duyarlı birer yurttaş olarak yetiştirilmeye çalışıldı mı? Yanıtımız “Evet”. İnsanlarımız bu konuda istenen ve arzu edilen bilince ulaştı mı? Yanıtımız yine “Evet”. Peki bu bilince sahip insanların çevre konusundaki böylesine önemli bir konuda görüşlerini dile getirmeleri ve protesto etmelerinden daha doğal ne olabilirki. Artık insanlar yaşadıkları kentler sahip çıkıyorlar, bu kentte ben yaşıyorsam çevre ile ilgili her konuda benim de bir sözüm var diyor. Bunu da hoşgörüyle karşılamak lazım. Yunus Emre, Hacı Bektaş Veli, Mevlana ülkemiz tarihinde hoşgörü sembolü olmuşlar. Sanırım biz onların verdikleri mesajları çok iyi değil hiç anlayamamışız. Şimdi bizler birbirimizden esirgediğimiz hoşgörü ve anlayışı batılı ülkelerden bize göstermelerini bekliyoruz.
Yukarıda da vurguladığım gibi dün ilkokulda çevre derslerini verdiğimiz çocuklar bugünün üniversiteli gençleri oldular. Bizim derslerde öğrettiğimiz çevre duyarlılığını her platformda gösteriyorlar. Yani kısacası bizim öğrettiklerimizin gereğini yapıyorlar. Ancak bu duyarlılık yöneticilerin işine gelmiyor ve bu gençleri anlayamıyor ya da anlamamaya çalışıyorlar. Şimdi de “yahu bu gençler de nereden çıktı, nasıl böylesine çevreye duyarlı oldular” diye soruyorlar. Halbuki onları eğitim sistemimiz, STK lar velhasıl bizler yetiştirdik. Eğer suçlu varsa başka yerde aramaya gerek yok. Sanırım yanlışımız çevre bilincini önce çocuklara değil yetişkinlere vermemiz gerekiyormuş. Biz toplum olarak akıllı insanları seviyoruz ancak bizden akıllı olanları sevmediğimiz gibi onlara tahammül bil edemiyoruz. Bence asıl sorun burada.
Yaşlanmakta olan dünyamızda özellikle son yıllarda gelişmiş, gelişmekte olan ve hatta gelişmemiş ülkelerin bile öncelikli konuştukları, tartıştıkları ve çözüm aradıkları konuların başında çevre olayları gelmektedir. Özellikle de gelişmiş olarak kendini sınıflandıran ülkeler bu sorunu her platformda gündeme getirmektedirler. Tabiiki bunun arkasında kendilerinin çevreye olan duyarlılıklarının yanında da gelişmekte olan ülkelerin eğitimli genç kuşaklara sahip olmaları ve elde ettikleri teknolojiler sayesinde bu ülkeleri her alanda yakalama çabalarından kaynaklanan kaygılarıdır. Bunun farkında olan gelişmiş ülkeler kendileri ile aralarındaki mesafeyi kapatma yarışında olan ülkelerin bu hızını kesebilmek ve aradaki mesafeyi sürekli muhafaza edebilmek için “tamam siz bunları üretebilirsiniz, ancak atıklarınızla da doğayı ve çevreyi kirletemezsiniz” diyorlar. “Ama siz daha önceleri aynı yöntemleri kullandınız, doğayı ve çevreyi de kirlettiniz” diye sorular yöneltildiğinde ise “haklısınız, çok ama çok haklısınız ama bu işin sonucunun bu kadar tehlikeli olacağını bilmiyorduk” diyorlar. Haklarını yememek lazım, bu yanıtlarında haksızda değiller. Bu nedenle Birleşmiş Milletler İklim Değişikliği Sözleşmesi – Kyoto Protokolü 1997 yılında imzalanan ve 2005 yılında yürürlüğe girmiştir.
Bu tarihten sonra tüm dünyada bir çevre bilinci oluşmaya başladı. Ülkeler, kurumlar, insanlar çevre konusunda daha çok bilinçlenmeye, örgütlenmeye ve ortak projeler üretmeye başladılar.. Sırf insanlara şirin görünmeleri, üretim aşamalarında çevreye ve doğaya zarar vermediklerini vurgulamak için üretilen ürünlerin ambalajları yeşil ağırlıklı renklerde tasarlanmaya başladı. Hani neredeyse yeşil dünyanın ortak rengi oldu diyebiliriz. İşi o kadar ileri boyutlara taşıdılar ki baz istasyonlarının direkleri bile insanların tepkisini çekmesin diye ağaç şeklinde tasarlandı ve yeşil yapraklarla donatıldı. Hatta siyasi hükümetler, partiler ve STK’ lar çevre bilincini topluma aşılayabilmek için konferans, panel, sempozyum düzenleme yarışına girdiler. Hele Avrupa Birliği (AB) için hazırlanan projeler çevre ile ilgili bir faaliyeti içermiyorsa ve bu konuya vurgu yapmıyorsa neredeyse ön elemeleri geçemez duruma gelmişti.
Birleşmiş Milletlere üye ülkeler tarafından 1972 yılından beri her yıl 5 Haziran da Dünya Çevre Günü kutlanmaya başlandı. “Dünya bize atalarımızdan miras kalmadı, biz onu çocuklarımızdan ödünç aldık” cümlesi sanırım dünyada en çok dile çevrilen bir slogan oldu. Ülkemizde de bu konuya gerçekten aşırı derecede duyarlılık gösterildi. Önce Milli eğitim Bakanlığı konuya el attı ve bazı derslerin içerisine çevre temasını içeren konular eklendi. Olmadı çevre dersleri okutulmaya başlandı. Konunun ciddiyeti çok iyi kavranmış olacak ki Çevre Bakanlığı diye bakanlık bile kuruldu. 17.07.2008 tarih ve 26939 sayılı Resmi Gazetede Çevresel Etki Değerlendirme Yönetmeliği yayımlandı. Bu yönetmeliğe göre, kurum, kuruluş ve işletmelerin gerçekleştirmeyi planladıkları faaliyetleri sonucu, çevre sorunlarına yol açabilecek tüm olumsuz etkileri göz önünde bulundurularak, çevre kirlenmesine sebep olabilecek artık ve atıkların ne şekilde zararsız hale getirileceğini ve bu hususta alınacak tedbirleri belirten bir rapor hazırlarlar. Bu rapora kısaca ÇED raporu denir. Aynı yönetmeliğin 6. Maddesinde, bu yönetmeliğe tabi projeler için "Çevresel Etki Değerlendirmesi Olumlu" kararı veya "Çevresel Etki Değerlendirmesi Gerekli Değildir" kararı alınmadıkça bu projelere hiç bir teşvik, onay, izin, yapı ve kullanım ruhsatı verilemez, proje için yatırıma başlanamaz ve ihale edilemez denilmektedir. Aslında olaylara bu pencereden bakıldığında bunlar gerçekten güzel çalışmalar hiçbir olumsuz tarafını görmek ya da bunlara katılmamam mümkün değil. Peki o zaman sorun nerede?
Şimdi şapkamızı önümüze koyup düşünelim. Tüm dünya, ülke ve insanlar bu konuda duyarlı birer yurttaş olarak yetiştirilmeye çalışıldı mı? Yanıtımız “Evet”. İnsanlarımız bu konuda istenen ve arzu edilen bilince ulaştı mı? Yanıtımız yine “Evet”. Peki bu bilince sahip insanların çevre konusundaki böylesine önemli bir konuda görüşlerini dile getirmeleri ve protesto etmelerinden daha doğal ne olabilirki. Artık insanlar yaşadıkları kentler sahip çıkıyorlar, bu kentte ben yaşıyorsam çevre ile ilgili her konuda benim de bir sözüm var diyor. Bunu da hoşgörüyle karşılamak lazım. Yunus Emre, Hacı Bektaş Veli, Mevlana ülkemiz tarihinde hoşgörü sembolü olmuşlar. Sanırım biz onların verdikleri mesajları çok iyi değil hiç anlayamamışız. Şimdi bizler birbirimizden esirgediğimiz hoşgörü ve anlayışı batılı ülkelerden bize göstermelerini bekliyoruz.
Yukarıda da vurguladığım gibi dün ilkokulda çevre derslerini verdiğimiz çocuklar bugünün üniversiteli gençleri oldular. Bizim derslerde öğrettiğimiz çevre duyarlılığını her platformda gösteriyorlar. Yani kısacası bizim öğrettiklerimizin gereğini yapıyorlar. Ancak bu duyarlılık yöneticilerin işine gelmiyor ve bu gençleri anlayamıyor ya da anlamamaya çalışıyorlar. Şimdi de “yahu bu gençler de nereden çıktı, nasıl böylesine çevreye duyarlı oldular” diye soruyorlar. Halbuki onları eğitim sistemimiz, STK lar velhasıl bizler yetiştirdik. Eğer suçlu varsa başka yerde aramaya gerek yok. Sanırım yanlışımız çevre bilincini önce çocuklara değil yetişkinlere vermemiz gerekiyormuş. Biz toplum olarak akıllı insanları seviyoruz ancak bizden akıllı olanları sevmediğimiz gibi onlara tahammül bil edemiyoruz. Bence asıl sorun burada.
2
az bulutlu
Namaz Vakti
22 Kasım 2024
İmsak | 05:41 | ||
Güneş | 07:09 | ||
Öğle | 12:13 | ||
İkindi | 14:44 | ||
Akşam | 17:07 | ||
Yatsı | 18:30 |